23 Ocak 2010 Cumartesi

MASALSI, GÜNEŞ VE RENKLER ÜLKESİ FAS

Doğuda,Çin-i Maçin taraflarında ortaya çıkan ay her gece birkaç saat süren bir yolculuğa başlar. Hindistan’a uğrar, sonra İstanbul’daki sevgilinin yüzünü aydınlatır ve güneşin doğmasına yakın batının en uzağında El Magrib de kaybolur (alıntı).
Fas Ülke isminin kendi dilindeki anlamı "El-Magrip" yani en batıdaki yer anlamına gelse de diğer Avrupa ülkeleri burayı 'Morocco' ya da 'Maroc' isimleriyle anmayı seçmişlerdir. Fas, renklerin ve kültürlerin bir arada lezzetli bir tada dönüşmüş egzotik ve masalsı bir ülke. Tarihsel bir belgesel çekilen bir film platosuna benzeyen ve hangi çağı merak ediyorsanız o çağa ait şehre giderek orda yaşama şansınızın bulunduğu tek ülke.
Fas’ın coğrafik yapısı ilgi çekici, Afrika'nın Avrupa'ya yaklaştığı uçta yer alır. Bu yüzden Afrika’nın Avrupa’ya açılan penceresi olarak anılır (güney ispanya’ya sadece 14 km. uzaklıkta (Cebelitarık boğazı)) Ülkenin Bir tarafının çöl, diğer taraflarında ise Akdeniz ve Atlas okyanusunun olması onu daha da özel ve çekici kılıyor. Fas Avrupa’nın yanı başında olmasına rağmen egzotik bir ülke özelliğini korumayı başarmış olması takdir edilecek bir özelliği. Görkemli mimarisi ve labirenti andıran, her rengin bir arada bulunduğu baharat kokulu sokakları, duvarlarla çevrilmiş şehirleri, Berberi ve Arapların farklı müziklerinin tınıları ve kültürleriyle göz kamaştırıcı iki kültüre bir de Fransız kültürünün modernliğinin eklenmesine karşın köklerine ve kültürüne sahip çıkarak kültürünü zenginleştirebilen, Atlas kıyılarındaki ilginç kumsallarıyla, çicek açmış ve yemyeşil alan ve atlas dağlarıyla, Cillabe denen otantik giysileri ile anlatılması zor ve görülmesi gereken güzelliklerle dolu bir ülke.
Fas’a ilk adım attığımız yer Casablanca kentiydi. Havaalanından dışarı çıktığımızda Casablanca filminden bir sahneyi (Humphrey Bogart sislerin arasında uçağın yanında Ingrid Bergmanı beklerken) hatırlatan yoğun bir sis karşıladı bizi. Sisin yoğun ılık nemini yüzümde hissettim. Sislerin arasında tek görebildiğimiz çok uzun palmiyelerdi.
Yazımın başında renkler ülkesi demiştim. Bunu her kentin bir rengi olduğunu söyleyerek vurgulayayım. Bunu ben değil Faslılar söylüyor.

BEYAZ KENT -CASABLANCA: 1515’te Portekizliler Fas’ın Atlantik kıyısında küçük bir kent inşa ederek adını Casa blanca (beyaz ev) koymuşlar.18.yy. buraya yerleşen İspanyol tacirler de buraya Casablanca demeyi sürdürdüler.
Kahire’den sonra Afrika’nın en büyük kenti ve ülkenin ticaret merkezi konumunda. Şehre ulaştığımızda akşam saatleriydi ve sokaklar oldukça hareketliydi. Fransızlarının (1912-1956) himayesinde kalan ülkenin Fransız etkilerini hemen görüyorsunuz. Fransızların yaptıkları geniş ve düzenli caddeleri, çeşitli ağaç ve yeşilliklerle bezenmişti. Sabahın ışıklarıyla kenti gezmeye başladık. İlk dikkatimi çeken otantik giysileriydi ve bu giysi cillabe ya da cillab denilen keşiş kıyafetini andıran geleneksel elbise fasın simgesiydi adeta. Kadın-erkek, zengin-fakir herkes tarafından giyiliyor. Zenginle fakirin giydiği cillabe’de ki tek fark kumaşın kalitesi. Bu giysiyi genelde erkekler gömlek tişört ve pantolon üzerine giymeyi tercih ediyorlar kadınlar ise tek başına giyiyorlar.

Atlas Okyanusa kıyısı olan kentin batısında plajların ve güzel yazlık evlerin bulunduğu kasaba Ain Diab’ta yaşam standardının yüksek oluşunu fark ediyorsunuz. Ve bu sahil kasabasında ilk kez bir okyanus göreceğim için heyecanlandım. Kumsala inerken gördüğüm manzara çok ilginç geldi. Geniş kumsalda futbol oynayan binlerce genç vardı. Onların arasından okyanusa ulaşmak için biraz çaba harcadık. Med ceziri (20-30 m.) bu kadar rahat görebildiğim için şanslıydım. Futbol sahalarına dönüşmüş uzun ve geniş kumsalını gece okyanus örtüyordu. Çılgın dalgalar sanki bize gösteri yapar gibiydi. Yazın okyanusun dalga sörfü sevenler için tam bir cennet olduğu kesin.
Oradan ayrılıp Hasan II camiine giderken gördüğümüz El-Hank feneri (deniz feneri) ve etrafındaki evler ilginç bir manzara oluşturmuştu. Şimdide Hasan II camisinin avlusundayız. Okyanus manzaralı cami, Modern mimarinin mücevherlerinden biri. Mimarı bir fransız. 173 metrelik kare minaresiyle ve üstünde bulunan kıbleyi gösteren lazeriyle oldukça ilginç bir yapı. Kral 2. Hasan’ın amacı camiyi denizin üstünde yapmakmış. Bu arzusunu caminin temel atma töreninde şöyle anlatmış: "Ben bu camiyi suyun üstünde yaptırmak istedim. Çünkü Kuran şöyle der: 'Allah'ın tahtı suyun üstündedir.' Bu camiye gelen cemaat toprak üstünde olacaktır ama bulunduğu yerden Allah'ın gökyüzü ile okyanusunu seyredecektir..." Kralın dediği gibi ‘gökyüzünü seyredebilmeleri içinde caminin açılıp kapanan bir çatısı bulunmakta. Cami Endülüs mimarisi etkilerini taşıyan işleme ve oymalar ile süslenmiş. Caminin ve avlusunun kapladığı alan 9 hektar bunun 3/2 si denizin doldurulmasıyla oluşturulmuş. Genel olarak Fas’taki camilere Müslüman olmayanlar alınmıyor. Kelimeyi şahadet getirterek Müslüman olup olmadığınız test ediliyor. Ancak ondan sonra girmenize izin veriyorlar. Dikkatimi çeken unsurlardan biri Fas’ta ezan, bizdeki gibi makamlı değil bağırarak ve makamsız okunuyor olması, birde Cafe kültürü Fransızlardan kalma sokak cafeleri var ve bu cafelerde herkes ağırlıklı olarak kahve içmekte. Kahve türleri de oldukça fazla sayıda tam Fransız kültürü. Ve hiçbir cafede okey tavla oynayana hiç rastlamamış olmamda çok ilginçti arkadaşımın bu konuda yorumu daha da ilginçti "bizimkiler hiç olmazsa oynayarak oturdukları anı birşeyle uğraşarak geçiriyorlar. Bunlar ise öyle boş boş oturup, bir işe yaramıyorlar" . Fransız kültüründen almadıkları ve almalarını çok istediğim şey ise, peynir kültürüydü ne yazık ki peynir ülkede çok bulunan bir yiyecek değilmiş. Kahvaltıyı peynirsiz yapmak biz Türkler için hoş bir durum değildi

Fas'ın başka yerlerde başka ülkelerde hissetmediğim masalsı bir tadı vardı Masalın asıl karakteri de bendim. Mutsuz ve olumsuz hiçbir şey yoktu Baktığım her şeyden keyif alayım diye büyü yapılmıştı adeta. Renklerin çekiciliği, mimari, ilginç portreler, baharat ve şehre ait diğer mistik kokular duyu organlarımın hiç birini mahrum etmeyecek şekilde adil davranarak beni masaldan uyandırmamaya çalışıyorlardı Masalsı gezime bu kez Rabat’la devam ettim.

BEYAZ KENT-RABAT: Rabat güçlendirilmiş kale anlamına geliyor. Fas’ın Casablanca’dan sonraki 2. büyük kenti ve ülkenin başkenti. Rabat’ta, Budapeşte gibi nehrin ikiye böldüğü kentlerden biri. Regreg ırmağı Rabat ve Sale’yi ikiye ayırmış. Casablanca ve Rabat arasındaki yol boyunca yeşil alanların çokluğu beni çok şaşırttı her yer yeşildi. Bunun amacı ise şehirlerin fazla genişlemesine engel olmakmış.

Rabat’a Kırmızı renkli surlardan girilmekte. Bu surlar toprak ve su karışımından yapılıyor. Ömrü 150 yıl olan surlar bu süre dolmadan yenileniyorlar. Önce bir kapısı varken şimdi kapı sayısı arttırılmış. Es sunna (büyük cami) adlı caminin de bulunduğu kentin en hareketli caddesi olan V Muhammed caddesinin (bizim Atatürk caddesi gibi her kentte göreceğiniz bir cadde adı) sonunda yer alıyor. Bu cadde Fransızlar tarafından yapılmış büyük geniş bir cadde ortada yürüme alanı ve etrafında palmiye ağaçlarıyla süslenmiş. Cafeler bankalar, ptt ve hükümet birimlerin bulunduğu bir cadde. Akşam saatlerinde yerlerde her dilde gazetelerin satılıyor olmasını hoş bir durum. Benim en çok ilgimi çeken ise caddenin mazgallarıydı. Türkiye’de bu tarz yapılsa en azından kapağı çalınmaz diye düşündüren bir yapıya sahipti ( asfalt kaldırım taşına yakın yerde aşağıya doğru girinti yapılarak meyil verilmiş kaldırım taşının alt kısmında da bir açıklık bırakılarak asfalt ile kaldırım taşı arasında suyun rahatça akmasını sağlayan bir oyuntu oluşturulmuş.)..

Fas’ta Endülüs mimarisinin özelliklerinden biri olan kare minarelerle karşılaşıyorsunuz. Minarelerin özelliği ise; çok yüksek olmalarının yanı sıra, İçlerinde merdiven yerine rampa kullanılmış olmasıdır. Dönerek tırmanan bir rampa sayesinde daha az enerji harcayarak çıkmanız mümkün. Irkdaşlarımın benim gibi yürüyerek çıktıklarını düşünüyorsanız eğer, ırkımı pek tanımamışsınız demektir. Müezzinler ezan okumaya eşeksırtında çıkıyorlarmış. Bunu ilk öğrendiğimde ırkımın ehli keyif olduklarını bir kez daha tescil etmiştim. (Kare minarelere en iyi örnek;İspanya’nın Endülüs kentlerinden biri olan Sevilla’da eski yeri camii olan Avrupa’nın en büyük katedralinin hemen yanında bulunan İspanyolların Giralde dedikleri çan kulesidir.)
Bugünkü kralın dedesi V. Muhammed’in Anıt Mezarı Endülüs mimarisiyle yapılmış, 400 el sanatçısının gece gündüz çalışarak yaptığı Fas tarihinin en önemli yapılarından biri. Alana girerken 12 yy. sonunda dönemin hükümdarlarından Yakub El Mansur tarafından yapılan Hasan Camii’nin kalıntıları ile karşılaşıyorsunuz. Anıt mezarın içine girilen kapıda ise kırmızı pelerinli muhafızlar sizi karşılıyor. Anıt Mezara girilip terastan aşağıya baktığınızda, V.Muhammed’in ve iki oğlunun lahitlerini görebiliyorsunuz. Anıt Mezardan dışarı çıktığınızda ise, hasan kulesinin arkasında güneşin Regreg ırmağına bıraktığı yansıma, yıldızları kıskandıracak kadar hoş pırıltılarının büyüsüne kaptırdık kendimizi.
1912’de Fransızların egemenliğine giren Fas, 1956’da tekrar bağımsızlığına kavuşmuş. Anayasal monarşiyle idare edilen ülkede, Kral ‘Müminlerin Amiri’ olarak adlandırılıyor ve ekonomi dahil bütün gücü elinde bulunduruyor. Fas’ın tüm kentlerinde krala ait saray bulunmakta. Tabiî ki en önemlisi başkentteki saray, Yeşil ve beyaz renklerle ve Endülüs mimarisi ile yapılmış ihtişamı olmayan bir bina. Binaları farklı renk giysili askerler beklemekte. Sarayı belli bir mesafeden izlenmesine izin veriliyor. Bahçesindeki ağaçlar çok ilgimi çekti bunlardan bir tanesini Kos adası ve Ürdün de görmüş ve adını merak etmiştim bu kez adını öğrendim. Arakorya ağacı halk arasında bilinen adının maymunun umutsuzluğu, olduğunu ve maymunların dalların çok narin olması nedeniyle çıkamadıkları için böyle adlandırıldığını öğrendim. (Literatürlerde ise İngilizce bir tabir olan Monkey puzzle tree’dir (Türkçeye Maymun çıkmazı ağacı diye girer). Bu isim, 1800 yıllarında bir İngiliz’in "Bu ağaç, çıkmaya çalışan maymun için bulmaca gibi karışık" yorumundan kaynaklanmış olduğu yazılmakta.) Birde adının Gabon Lalesi Ağacı olduğunu öğrendiğim tamamen üzerinin narçiçeği kırmızısı renginde güle benzer çiçeklerle bezeli çok ilginç ve güzel bir ağaçla tanıştım.

Şimdide Kaşbah’tayız ( Kaşbah: Genellikle şehirlerin ana giriş kapısına yapılan surlarla güçlendirilerek askeri amaçlı kullanılan veya şehrin ileri gelenlerinin oturduğu topraktan yapılmış ilginç yapılardır. Büyük şehirlerde askeri amacın dışında şehrin ileri gelenleri de kendileri için ikamet amaçlı Kaşbah’ta yaptırmışlardır.) Kasbah’ın içinde bizdeki kale içlerini andıran görüntüler var. Turizm amaçlı kullanıldığı anlaşılmakta olan mavi kapı ve pencereleri, beyaz boyalı evleri, botanik bahçesi ve bahçenin içinden girilen otantik bir kahvehaneyi ve evlerin arasındaki dar sokakları da dolaştıktan sonra yukarıya doğru surların arasından gün batımını izlemek büyük keyifti. Atlas okyanusunda oluşan dalgaların dansı ve diğer taraftaki ırmağın üzerindeki kayıkların ve yansımalarının oluşturduğu manzarayı izlerken herkesin sessizliği büyülendirici bir güzellik olduğunu vurgular gibiydi. Daha sonra Kasbah’ın içindeki otantik bir kahvede oturup manzarayı seyretmeye devam ederken içeceğiniz tek şey. Tabiî ki ferahlatıcı Araplara özgü nane çayı (şay fil nana).olacaktır Kurşun kalay alaşımlı, gümüş veya emaye demliklerde yeşil çayla ve taze nane filizlerinin (bildiğiniz normal nane değil Türkiye’deki adı yarbuz ya da Datça’nın ünlü çayı olan Dat dili datçayla söylenildiği şekilde yarbız. Sulak yerlerde yetişen bir tür nane) karışımıyla demlenen lezzetli genellikle renkli, küçük su bardağına benzer bir bardakla ikram edilen Arapların çok şekerli tercih ettiği çayın (siz şekersiz istemelisiniz) en ilginç yanı servis yapılırken çayın havayla temas etmesi için oldukça yüksekten bardağa dökülüp köpüklü şekilde doldurularak sunulması. Bu çayın sindirimi kolaylaştırıcı özelliği yüzünden gün içinde sıkça tüketilmekteymiş.
Fas’ın tüm kaldırımlarında bol miktarda yabani narenciye ağaçları görmeniz mümkün. (Eskiden Hatay ve Adana da olduğu gibi) Ağaçlardaki meyveleri kimse ellemiyor.(bazı arkadaşların turunç ağacını ve meyvesini bilmiyor olmaları, onu sadece bir familya adı olarak biliyor olmaları ve meyvesini görünce inanılmaz şaşırmalarına ben daha çok şaşırdım.) Biz Türklerin şartlı refleks gibi ağaç görünce ya yaprağından ya meyvesine dokunup koparmasak Türk olduğumuz anlaşılmaz diye, hemen meyvelere saldırdık. Aşılı olmadığı için bize ceza midemizi sitrik asit yaktı geçti ama yenilmiş bir komutanın mağrur edasıyla bunu belli etmemeye çalıştık. Bir daha yapmamaya tövbemi ettik sanıyorsunuz asla!!!!!.
Fasın ünlü yemeği tajin ve kuskus dışında yemek yok denilebilir. (Tajin: Özel toprak tajin kaplarında pişirilen ve içinde et, tavuk veya balık ve sebzeyle birlikte düşük ısıda yavaş yavaş pişirilen. güvece benzer bir yemek. Kuskus: Çok ince bulgur pilavı üzerine nohut, et, tavuk veya balık ve üzerine haşlanmış sebze konularak servis yapılan bir yemek.) Bu yemeklerden iki günde sıkılıp onları görmek istemez hale gelince meyve bizim kurtarıcımız oldu. Üstelik turunçgiller elimizi uzatacağımız kadar yakın ve ayrıca dışardan alacağınız Fasın Portakal ve mandalinaları. İnanılmaz lezzetli olursa neden olmasın. Manaşin (menşei Lübnan olduğu söyleniyor) adı verilen, seçtiğiniz meyvelerden süt ve bal eklenerek blenderde karıştırılıp hazırlanan içeceğin üzerine birde krema konulduğunda dayanılmaz bir içecek ile menümüzü çeşitlendirdik.

Fas hiç temiz değil ve hijyen büyük bir sorun. Benim için sorun olmadı tabi ki (Masal kahramanını böyle şeyler asla etkilemez) Gezmekten zevk almayı bildikten sonra kendi çözümünüzü bulup hijyen sorununuzu en aza indiriyorsunuz. Benimkisi Gülü seven dikenine katlanır durumu.

1 yorum:

Ali Citci dedi ki...

Sevgili Sibel,
Fas'a gitmiş kadar oldum. Akıcı ve bir çırpıda anlatan üslubunla ne kadar da güzel kaleme almışsın. Ama ben asıl fotoğraflarına değinmek isterim. İnan, eğer o fotoğrafların olmasa yazın bu kadar cezbedici olmazdı. Bir yandan okurken diğer yandan resimlerin verdiği bütünlükle Fas gezilmekte. Bunu herkes yapamaz, iltifat değil samimi görüşlerimdir. Tebrik ederim. Sevgiler